9 Temmuz 2012 Pazartesi

Melodilerden Yükselen Sağlık

İnsanoğlu, yüzlerce yıldır hastalıklarla baş edebilmek için çeşitli yol ve yöntemler denemiş; çeşitli otlardan, hayvanlardan, deniz ürünlerinden şifa bulmaya çalışmıştır. Bu şifa arayışlarının içinde en ilginç olanlardan birisi de “müzikle tedavi”dir.

Müzik, aslı Yunanca olan bir kelimedir ve dünyanın her yerinde aynı anlamı taşımaktadır. Türkçede “musiki” kelimesi de kullanılmaktadır. “Musica” eski Yunanca “mousike” ve “Mouse” kelimesinden alınmıştır.

Müzikle tedavi, insandaki işitme melekelerini geliştiren, bunları kullanan ve kişinin tedavi edilmesine vesile olan bir yöntemdir. Batı’da “müzik terapi” veya “müzikoterapi” adıyla da anılmaktadır. Ancak tedaviyi her yönüyle olumlu etkilediği müziğin içinde olduğu tedavi anlamında “müzikle tedavi” tabiri olayı ifade edecek en iyi tanımlamadır.

9. yüzyıldan 18. Yüzyıla kadar, Türk hekimleri müzikle tedaviyi etkin bir şekilde kullanmışlardır. İlk psikiyatri hastanesinin Türkler tarafından Kahire’de açılmış olduğu da tarihi bir gerçektir. Tarih boyunca psikiyatri alanındaki gelişmelerin temelinde Türk imzası olduğunu söylemek abartılı değildir. Batı’da akıl hastaları ancak 18. yüzyılda zincirlerden kurtulabildiler. Hâlbuki Türkler dokuz asırdır akıl hastalarını insanca tedavi ediyor, hastanelerde bir dediklerini iki etmiyorlardı.

Avrupa 19. Yüzyılda bile, akıl hastalarına gereken önemi verememişti. Esquirol, 1818’de Fransa’da akıl hastalarının hayvanlardan ve canilerden bile daha kötü muamele gördüklerinden bahseder. Hâlbuki aynı tarihlerde İstanbul’da yaşanmış olan şu hadise, Türklerin akıl hastalarına nasıl baktıklarını gözler önüne serer.

23 Ocak 1802 tarihinde Binbaşı Abdullah Ağa adında bir zat, Ayasofya Camii’nde namaz kıldıktan sonra kılıcını çekmiş ve cemaatten birini yaralamış. Zabıta memurları Abdullah Ağa’yı hemen tutuklamışlar ve Babıâli’ye getirmişler. Yapılan muayene sonunda, Abdullah Ağa’nın bilincinin bozulduğu kararına varılmış ve tedavi görmesi için Süleymaniye Darüşşifası’na (akıl hastanesi) gönderilmiş. Bu olay, hem akıl hastalarına yaklaşım hem de akıl hastalarının adlî durumları adına önemli bir tarihi vesikadır.

İslâm medeniyetinde müzikle tedavi İslâm tarihinde, özellikle tasavvuf ekolü mensupları (sufîler) müzikle uğraşmışlar ve insanın ruhî (nefsî) hastalıklardan kurtulup olgunlaşmasına katkıda bulunduklarını savunmuşlardır.

Hem hekim hem de müzikolog kimlikleriyle İslâm tarihinin önemli kilometre taşlarından olan Zekeriya er-Razî (854–932), Farabî (870–950) ve İbni Sina (980–1037) müziğin tedavi edici etkisini incelemişlerdir. O zamandan başlayan “müzikle tedavi” geleneği, Selçuklu ve Osmanlı şifahanelerinde devam etmiştir.

Dünyaca ünlü Türk bilgini Ebu Nasr Farabî (870–950), müziğin insan bedenine ve ruhuna etkilerini incelemiştir. Farabî’nin en büyük özelliklerinden biri “kanun” sazını icat etmiş olmasıdır. Esrarengiz bir kişilik olarak tarihe geçen Farabî, bir gün bir müzik meclisinde bulunur. Meclisteki kimse onu tanımaz. Farabî, torbanın içinden bir çalgı çıkarır; aleti kurup çalar. Meclistekiler gülmeye başlarlar. Ardından aleti söküp başka bir tarzda çalar. Bu sefer kapıcıya varıncaya kadar, mecliste bulunan herkes uykuya dalar. Hatta denilir ki, Farabî meclistekileri uykuda bırakıp oradan ayrılır.

Türk İslâm tarihinin büyük isimlerinden biri olan İbni Sina da (980–1037) , musikinin insan bedenine etkisini incelemiştir. Tedavinin etkili olması, hastanın aklî ve ruhî dengesini artırmak için çevresini sevimli hale getirilmesi gerektiğini keşfetmiş, bunun için de musiki dinletmenin en etkili yollardan olacağını savunmuştur. Araştırmalarında kaynak olarak sık sık Farabi’ye başvuran İbni Sina, müzik notalarının insanın ruh hallerindeki iniş çıkışları temsil ettiğini tespit etmiştir. Ona göre müziği bize hoş gösteren, işitme gücümüz değil; o besteden çeşitli telkinler çıkaran idrak yeteneğimizdir. Yani, müziğin bizde uyandırdığı duygulardır. Razî, Farabî, İbni Sina gibi Türk bilginlerinin ilk adımını attığı, psikolojik sebeplerle başlayan bedensel hastalıklarda (psikosomatik hastalıklar) ilaç, meşguliyet ve müzikle tedavi yöntemi, Selçuklu ve Osmanlı bilginleri tarafından geliştirilmiş ve 18. Yüzyıla kadar başarıyla uygulanmıştır.

Avrupa yeni keşfetti

20. Yüzyılın sonları, ilaç tedavisindeki büyük gelişmelerin yanında psikoterapilerin de geliştirildiği bir dönem olmuştur. Bilişçi, davranışsal, destekleyici, dinamik psikoterapiler daha etkin hale gelmiş ve tedavide daha sık kullanılmaya başlanmıştır. İlaç tedavisine ilaveten psikoterapilerin uygulanması tedavideki başarı oranını daha da arttırmıştır.

Son 50–60 yıl içerisinde kapsayıcı tedavi anlayışının geçerli olmaya başlaması psikiyatri dünyasında yeni arayışları gündeme getirmiş ve kapsayıcı yaklaşımların en ideali olarak “müzikle tedavi” kabul edilmiştir. İlk olarak II. Dünya Savaşı’ndan yaralı çıkmış askerlerin kaldığı hastanelerde müzik kullanımın başlaması sonrasında bu uzmanlık dalının farkına varılmış ve 1960’lı yıllarda sayısı çok az olan müzikle tedavi uzmanlarının arttırılması ve kapsayıcı anlayışına uygun bir eğitim almaları için çalışmalar başlatılmıştır.

Müzikle tedaviden elbette ki sadece “müziğin kullanıldığı tedavi” anlaşılmamalıdır. Müzikle tedavi, “müziğin içinde bulunduğu tedavi” anlamına gelmektedir. Müzik, tek başına hiçbir fiziksel hastalık etkenini ortadan kaldıramaz, ancak her türlü hastalığın tedavisinde kullanılabilir. Mesela, depresyonlu kişilere müzikle tedavi uygulaması, içinde bulundukları mutsuz durumdan alıkoyup mutlu olmalarını sağlayabilir ama fiziksel ve duygusal fonksiyonlarında, anlamlı ve sürekli bir düzelme sağlayamaz. Bunun olması ancak, biyolojik tedavi yöntemlerinin ve psikoterapilerin birlikte kullanılmasıyla mümkündür.

Dr. Adnan Çoban


4 Haziran 2012 Pazartesi

Öyle Bir Tel


- Yüreğinin bir müzik aleti olduğunu hayal et. Alışkanlıkla sürekli dokunduğumuz bazı telleri vardır: hüzün, neşe, öfke, acı, özlem, aşk gibi. Ve bir de daha gizli, daha derinlerde ve genellikle keşfetmesi zor bir noktada öyle bir tel vardır ki, onun titreşimi bütün öteki tellerin sesini daha uyumlu ve güçlü kılar.
- Umursamazlığın egemen olduğu bir dünyada bazı sözcükler ayakkabıların altına yapışan sakızlara benziyor. 
- 'Bu asla benim başıma gelmez' diye düşünenler yanlış adımla yola çıkarlar. Onlara rehberlik eden alçakgönüllülük değil, kibirdir.
- Ateş, doğabilmek için ağaca gereksinme duyar ama yayılmak için rüzgarı beklemelidir.

Susanna Tamaro"Daha Çok Ateş, Daha Çok Rüzgar"

19 Ekim 2011 Çarşamba

İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi


İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi

Mayıs 2008'de açılmış olan müze, İstanbul´un en güzel mekanlarından biri olan Gülhane Parkı´nda, eski saray duvarlarının Has Ahırlar kısmında 3500 m2 lik bir alanda yayılmış olarak bulunmaktadır.

Tarihi binanın girişi önünde, Arap-İslam coğrafyasının bilim tarihi acışından en anlamlı çalışmalarından birine dayanarak yapılmış olan bir yerküre, ziyarete davet etmektedir. Halife el-Memun´un (hilafeti: 198-218 H./ 813-833 M.) emri üzerine, küresel tasarım ile hazırlanan dünya haritası o zamanlar tanınan dünyanın coğrafyasını şaşırtıcı bir doğrulukta göstermektedir. Memun´un haritasının ortaya çıkarılması, üzerinde yapılan bilimsel çalışma ve kürenin müzede sergilenmesi, ziyaretçileri bekleyen 500'ün üzerindeki diğer eserler gibi, 1982 yılında Frankfurt Goethe Üniversitesine bağlı Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü´nü kurmuş olan Profesör Fuat Sezgin´in yorulmak bilmeyen araştırmaları sayesinde gerçekleşmiştir.

Arap-İslam yazma eserleri üzerinde yıllar süren bilim-tarihsel yoğun çalışmalar, bu müzede sergilenen ve bugün ziyaretçisine eşsiz bir bilimsel yolculuğu mümkün kılan eserlerin zeminini oluşturmuştur. 9-17. yüzyılların bilimsel ve teknik gelişmelerini yansıtan bu eserler, detaylarına sadık kalarak hazırlanmıştır. İlk olarak bilim tarihinin değişik disiplinlerdeki evrimini kapsamlı bir şekilde takip etme imkanı sunmakla İstanbul`daki müze dünya çapında bir yenilik arzetmektedir. Astonomi, coğrafya, gemicilik, zaman ölçümü, geometri, optik, tıp, kimya, mineraloji, fizik, teknik, mimari ve harp tekniği sahalarında sistematik bir düzenle sergilenen eserler göstermektedir ki, Arap-İslam bilimlerinin büyük keşif ve buluşları – arapca o dönemde evrensel bilim dili idi- , değişik yollardan Avrupa´ya gelmiş, orada kabul bulmuş ve alınarak adapte edilmişlerdir.

Evrensel bilim tarihi, ziyaretçiye sürekliliği bozulmadan sunulmaktadır; bu, özelikle Arap-İslam dünyasındaki yeniliklerin Avrupa tarafından alınışı, maketler aracılığı ile karşılıklı sergilendiğinde göze çarpmaktadır.

İslam kültür çevresinin bilim tarihindeki seçkin çalışmaları hem görülmekte, hem de levhalardaki metinler vasıtasıyla çok dilde ve detaylı olarak açıklanmaktadır. İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi sevindirici bir şekilde, Avrupa müzelerinin eğilimine uyarak ziyaretçilere, sergilenen eserle ilgili sadece birkaç satır bilgi aktarmakla kalmıyor; bilakis, ziyaretçiyi zaman ayırmaya ve bilim tarihinin bu eşsiz sergisini daha derinden anlamaya davet ediyor. Müzeyi gezmiş olmak, ziyaretçiyi, Prof. Fuat Sezgin´in 5 cilt olarak yayınlanmış eseri vasıtası ile (Almanca ve Fransızcasının yanısıra 2007 yılından itibaren Türkçesi de mevcut) İslam bilim ve teknik tarihinin etkileyici dünyasını daha yakından tanımaya teşvik etmektedir.

İstanbul`daki İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi, bir taraftan bilimsel eserlerin estetik ve öğreticiliği, diğer yandan bıraktığı intiba ve kazandırdığı bilgi ile özel bir etkileyici güce sahip. İstanbul böylece geniş ve bilim tarihi açısından anlamlı, doğu-batı ilim kültürünü birleştiren bir köprü kazandı ve 2010 yılının Avrupa Kültür Başkenti olmasının yanında bu özelliği ile de ziyarete çağırıyor.

Ziyaret Gün ve Saatleri: Salı günü haricinde diğer günler, 09:00-16:30 saatleri arasında ziyarete açıktır. 
Ziyaret Ücretleri: 17 Yaş altı ve 65 yaş üzeri ücretsiz. Diğer tüm ziyeretçilere 5 TL`dir.


Telefon: 0212 528 80 65
E-mail: bilimtarihimüzesi@gmail.com
İlçe: Fatih
Adres: Has Ahırlar Binası - Gülhane Parkı, Sirkeci İstanbul

18 Ekim 2011 Salı

Gezici Kütüphane Servisi

Yıl 1943.
Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. 
Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. 
Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. 
Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: 
“Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” 
Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.
– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu ?
– Alıyorum..
– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak?
Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.
23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. 
Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. 
Eşi önce “Deli misin bey?” der ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.

O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, bin bir güçlükle üstesinden gelir. 
Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. 
Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“  zihniyeti aynen var.

O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. 
İki tane de sandık yaptırır. 
İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. 
Sandıkların üstüne “Kitap İade Sandığı” yazar.
Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.

Kütüphaneye de bir yazı asar: “Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.” 
Köydeki çocuklar şaşırır. 
Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. 
Düşünün, Noel Baba gibi. 
Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. 
Geyikler yerine eşeği var. 
Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.

“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. 
Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak”  der.

Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir. 
Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. 
Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. 
Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. 
Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, 
Mustafa’nın eşeği Yüksel, yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.

Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. 
Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. 
Zenith ve Singer’e mektup yazar: 
“Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der.
Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). 
Salı günlerini kadınlar günü yapar. 
Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. 
Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. 
Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider
Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. 
Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 
Sonuçta ; 
50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.

Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 
2005 yılında Mustafa Amca vefat eder.
Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. 
Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.

Aydınlık ve Karanlık

Bir üniversite profesörü öğrencilerine su soruyu sorar:
- Var olan her şeyi Tanrı mı yarattı?
Cesur bir öğrenci ayağa kalkar ve yanıtlar.
- Evet her şeyi Tanrı yarattı!
Profesör sorusunu yineler ve öğrenci yine 'evet efendim' diye yanıtlar. Profesör devam eder:
- Eğer her şeyi yaratan Tanrı ise ve şeytan var olduğuna göre şeytanı da Tanrı yaratmış olur ve çalışmalarımızda uyguladığımız kesinleştirme prensibine göre de Tanrı şeytandır.
Öğrenci böyle bir önerme karşısında şaşırır ve yerine oturur. Profesör ise öğrencilerine bir kez daha Tanrı’nın içindeki kaderin bir efsane olduğunu kanıtlamaktan ötürü oldukça mutludur.
Bu arada bir öğrenci ayağa kalkar:
- Bir soru sorabilir miyim profesör?
Profesörde sorabileceğini söyler. Öğrenci ayağa kalkar:
- Soğuk var mıdır, diye sorar.
- Nasıl bir soru bu böyle, tabi ki vardır, diye yanıtlar. Sen hiç soğuktan üşümedin mi?
- Aslında, fizik yasalarına göre soğuk yoktur; yaşamda soğuğu sıcaklığın yokluğu olarak düşünürüz. Herkes veya nesneler o enerji oradaysa veya bir şekilde enerji iletiyorsa onu deneyimler. Örneğin, mutlak 0, sıcaklığın kesin yokluğudur. Tüm maddelerin bu seviyede reaksiyon verme özellikleri bozulur ve değişir. Soğuk yoktur, o yalnızca sıcaklığın yokluğunda duyumsadıklarımızı tarif etmek için yarattığımız bir kelimedir, der ve devam eder.
- Profesör, karanlık var mıdır?
- Tabii ki vardır.
- Korkarım gene yanılıyorsunuz efendim. Çünkü, karanlık da yoktur. Yaşamda karanlık ışığın yokluğudur. Biz ışık üzerinde çalışabiliriz ama karanlığı çalışamayız. Gerçekte, biz Newton’un prizmasını kullanarak beyaz ışığı kırar ve renklerin çeşitli dalga uzunlukları üzerinde çalışabiliriz. Ancak karanlığı ölçemeyiz. Bir basit ışık ışını karanlık bir mekanı aydınlatarak karanlığı kırmış olur yani karanlığı geçersiz kılar. Siz belli bir mekanın ne kadar karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz? Işığın miktarını ölçersiniz. Bu doğrudur değil mi? Karanlık insanlık tarafından, ışığın olmadığı yer için kullanılan bir kelimedir.
Son olarak öğrenci profesöre tekrar sorar:
- Efendim şeytan var mıdır?
Bu kez profesör pek emin olamamakla birlikte yanıtlar:
- Tabii ki, açıkladığım gibi, biz onu her gün, her yerde onu görürüz. Şeytan / kötülük bir kişinin başka bir kişiye her gün sergilediği insaniyetsizliğinin bir örneğidir. O, dünyadaki işlenmiş tüm suçlarda, şiddette yer alır. Bunların tümü şeytanın kendisinden başka bir şey de değildir, der.
Öğrenci devam eder:
- Şeytan yoktur efendim. Yani o kendi başına yoktur. Şeytan basit olarak Tanrının yokluğudur. O aynen karanlık ve soğukta olduğu gibi insanın Tanrının yokluğunu tarif etmek üzere yarattığı bir kelimeden ibarettir. Tanrı şeytanı yaratmadı. Şeytan / kötülük insanın tanrısal sevgiyi yüreğinde duyumsamadığı zaman deneyimlerinin bir sonucudur. O aynen sıcaklığın olmadığı yere gelen soğuk ya da ışığın olmadığı yere gelen karanlık gibidir.
Profesör yerine oturur. Genç öğrencinin adı Albert Einstein’dır.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Shay

Okuma ve öğrenme zorluğu çeken çocuklara özel eğitim veren bir okul icin bağış toplama yemeğinde, çocuklardan birisinin babası katılımcılar tarafından asla unutulmayacak bir konuşma yaptı. Okula kendini adamış öğretmenleri kutladıktan sonra şöyle bir soru sordu: 'Dışardaki etkenler tarafından etkilenmedikçe doğa herşeyi mükemmel bir şekil ve sırada yapıyor. Ama yine de oğlum Shay, diğer çocukların öğrendikleri gibi öğrenemiyor. Diğer çocukların anlayabildikleri gibi anlayamıyor. Oğlumda doğal olması gereken şeyler nerede?' Bu soru karşısında dinleyiciler sessiz kaldılar.

Baba devam etti. 'Ben inanıyorum ki, dünyaya fiziksel ve zeka engelli Shay gibi bir çocuk geldiğinde, gerçek insan doğası kendini gösterme fırsatını buluyor ve bu da insanların o çocuğa davranış şekillerinde kendini gösteriyor.' Ve sonra aşağıdaki hikayeyi anlatmaya başladı: 

Shay ve babası bir gün parkta Shayin tanıdığı birkaç çocuğun baseball oynadıklarını gördüler. Shay sordu, 'Acaba oynamama izin verirler mi?' Shay'in babası çoğu çocuğun Shay gibi bir çocuğun takımlarında oynamasını istemeyeceklerini ama aynı zamanda eğer oğluna izin verirlerse oğlunun o çok ihtiyacını duyduğu, engellerine rağmen başkaları tarafından kabul edilmenin özgüveni ve sahiplenme duygusunu vereceğini de biliyordu. 

Shay'in babası çocuklardan birinin yanına yaklaştı ve (fazla bir şey beklemeyerek) Shay'in oynayıp oynayamayacağını sordu. Çocuk şöyle danışabileceği birilerine baktı ve sonra 'Şu anda 6 sayı gerideyiz ve oyun sekizinci turunda. Herhalde takıma girebilir ben de onu dokuzuncu turda vurucu olarak sokmaya çalışırım' dedi. Shay büyük bir gayretle takımın yanına gitti ve yüzünde kocaman bir gülümseme ile takım t-shirtini giydi. Babası gözünde yaş, kalbi sıcak duygularla dolu onu izledi. Çocuklar oğlunun kabul edilmesinden dolayı babanın mutluluğunu gördüler. Sekizinci turun sonunda Shay'in takımı birkaç puan kazandı ama hala 3 sayı gerideydi. Dokuzuncu turun başında Shay eldiveni eline geçirdi ve sağ açık sahaya çıktı. Ona doğru hiç top isabet etmemesine rağmen oyunda olmaktan son derece mutluydu ve babasının ona tribünlerden el salladığını gördüğünde yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. 

Dokuzuncu turun sonunda Shay'in takımı yine puan kazandı. Şimdi bütün kaleler doluydu, oyunu kazanma şansı ortaya çıkmıştı ve topa vurma sırası Shay'e gelmişti. Bu noktada Shay'in vurucu olmasına izin vererek oyunu kaybetme riskini mi almalıydılar? Şaşırtıcı bir hamleyle Shay'e sopayı verdiler. Herkes topa isabet ettirme şansının sıfır olduğunu biliyorlardı çünkü bırakın topa vurmayı Shay sopayı bile elinde tutmasını bilmiyordu. 

Ama Shay sahaya çıktığında top atıcı, diğer takımın kazanma şanslarını bir kenara bırakarak Shay'e bu fırsatı tanıdıklarını görünce birkaç adım öne giderek yumuşak bir şekilde topu Shay'e doğru fırlattı. İlk topa Shay zorlukla sopayı savurdu ama ıskaladı. Atıcı tekrar birkaç adım öne doğru geldi ve topu yine yumuşak bir şekilde Shay'e doğru attı. Shay sopayı savurdu ve hafifçe topa dokunarak yere atıcıya doğru vurdu. 

Oyun şimdi bitecekti. Atıcı topu yerden aldı ve ilk kaledeki adamına kolaylıkla atabilecek ve Shay'i sobeleyerek oyunu bitirebilecekti. 

Ama atıcı topu aldı ve ilk kaledeki adamının başının üzerinden diğer takım arkadaşlarının erişemeyeceği yere fırlattı. Tribünlerdeki herkes ve iki takım da bağırmaya başladılar, 'Shay, ilk kaleye koş, ilk kaleye koş!' Shay hayatında hiç bu kadar uzağa koşmamıştı ama ilk kaleye gidebildi. Şaşkınlıktan büyümüş gözleriyle yere çöktü. Herkes bağırmaya devam etti, 'İkinci kaleye koş, ikinci kaleye koş!' Nefes nefese Shay zorlukla ikinci kaleye koşabildi. Shay ikinci kaleye geldiği sırada açık sahada diğer takımdan biri topu almıştı... Takımın en küçüğü olan bu çocuk kahraman olma şansını elinde tutuyordu. Topu ikinci kaledeki adamına atabilirdi ama top atıcısının niyetini anladığından o da kasıtlı olarak topu üçüncü kaledeki arkadaşının başının üzerinden attı. 

Herkes bağırıyordu, 'Shay, Shay, Shay, bütün yolu koş Shay!' Karşı takımdan birinin yardım ederek onu üçüncü kaleye doğru döndürmesiyle Shay üçüncü kaleye koşabildi, 'Üçüncüye koş! Shay, üçüncüye koş!' Shay üçüncüye gelirken diğer takımdaki çocuklar ve seyirciler ayağa kalkmışlardı ve bağırıyorlardı, 'Shay, hepsini koş! Hepsini koş!' Shay hepsini koştu ve oyunu takımı için kazanan bir kahraman olarak herkes tarafından alkışlandı. 

'O gün', dedi babası, gözlerinden yaşlar aşağıya doğru süzülerek, 'iki takımdaki çocuklar da dünyaya bir parça sevgi ve insanlık getirmeyi başardılar'. 

Shay bir sonraki yaza yetişemedi. O kış öldü. Bir kahraman olduğunu ve babasını mutlu ettiğini ve eve geldiğinde annesinin de gözyaşları içinde onu kucakladığını asla unutmadı.

Elma

Bir derviş bir kucak elma ile bayırlar aşan bir genç kıza rast gelmiş bozkır sıcağında.
Nereye gidersin ve ne doldurdun kucağına? diye sormuş.
Uzak bir tarlayı işaret etmiş kız:
- Sevdiğim çalışıyor orada. Ona elma götürüyorum..
- Kaç tane, diye soruvermiş birden derviş.
Kız şaşkın, demiş ki,
- İnsan sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç!..
Ve yoluna devam etmiş kız.

Derviş elindeki tesbihi koparmış usulca...